Hazırlayan: Ercüment Çalışlar
HİPODROM VE BÜYÜK SARAY
Konstantinopolis hipodromu, Bizans Devri boyunca at arabası yarışları için kullanılmış bir alandı. İlk olarak MS 3. yüzyılın başlarında, İmparator Septimius Severus döneminde inşa edilmiş olup; MS 4. yüzyılda ise İmparator I. Konstantin tarafından daha görkemli bir yapıya dönüştürülmüştür.
Hipodrom ayrıca geçit törenleri, infazlar ve imparatorun düşmanlarının kınanması gibi halka açık, farklı olaylar için de kullanılmaktaydı. 13.yüz yılın başlarında gerçekleşen Dördüncü Haçlı Seferleri’ni takip eden süreçte hipodrom eşsiz yapılarının ve sanat eserlerinin talan edilmesiyle işlevini yitirdi.
Saray, yarımadanın güneydoğu ucunda kurulmuş, Hipodrom ile Ayasofya arkasındadır. Âlimler için ayrılmış bir seri oda vardır, bu gelenek Topkapı Sarayı’nda da devam etmiştir. Sarayın toplam alanı 19,000 m2 (200,000 feet kare)’den fazladır. Saray’a ana giriş, “Augustaion” adı verilen tören alanında Halki Kapısı’ndandı. Augustaion, Ayasofya’nın güneyinde yer alıyordu, burada şehrin ana caddesi Mese Caddesi başlıyordu. Alanın doğusunda önce Senato binası olarak sonra Üniversite olarak hizmet gören Magnaura bulunuyordu, batısında ise Milyon taşı ve Zeuksippos Banyoları bulunuyordu. Halki Kapısından hemen sonra güneye doğru, saray muhafızlarının barakaları bulunuyordu (Scholae Palatinae). Bu binalardan sonra kabul salonu, ondan sonra erken Bizans döneminde kraliyet yerleşimi olarak kullanılan Daphne Sarayı yer almaktaydı. İmparator’un yatak odası Octagon’u içermekteydi. Bir koridor, Daphne’den başlıyor Hipodrom’da bulunan İmparator Locası (kathisma) ile sonlanıyordu.
MİLYON TAŞI
Milyon Taşı, Bizans İmparatorluğu zamanında Konstantinopolis şehrine ulaşan tüm Antik Roma yollarının başlangıç noktası ve aynı zamanda diğer dünya şehirlerinin bu şehre olan uzak lığının hesaplanmasında da “sıfır noktası” olarak kabul edilirdi. İtalya’da Roma şehrinde bulunan Milliarium Aureum anıtı ile aynı işlevi görmektedir.
İmparator I. Konstantin tarafından 4. yüzyılda Bizans’ın başkent kimliğini kazanması sırasında
birçok görkemli anıtla birlikte inşa ettirildiği düşünülmektedir.
Bugün Milyon Taşı olarak andığımız eser, Roma kültüründe dört yöne bakan dört kapı ve bu noktada kesişen yolların üzerinde yükselen, dört sütun üzerine oturmuş bir kubbe yapısıyla Tetrapylon mimarisinin önemli örneklerinden biriydi. Kubbesinin üzerinde anıtın ihtişamını artıran döneme ait heykel ve kabartmalar bulunmaktaydı.16. yüzyılda İstanbul’a su taşıyan kemerlerin genişletme çalışmaları esnasında yavaş yavaş yıkılarak ortadan kaybolmaya başladı ve günümüzdeki tek sütun haline gelmiştir.
YEREBATAN SARNICI
Yerebatan Sarnıcı İstanbul’da şehrin su ihtiyacını karşılamak üzere 526-527 senelerinde yaptırılmış kapalı su sarnıcı.
Suyun içinden yükselen pek çok mermer sütun nedeniyle halk arasında Yerebatan Sarayı olarak isimlendirilmektedir. Sarnıcın üzerinde daha önce bir bazilika bulunmasından ötürü, Bazilika Sarnıcı olarak da adlandırılır.
Bizans imparatoru I. Jus tinianus tarafından yaptırılan sarnıç, şehrin birinci ve ikinci tepeleri arasındaki bölgelerin su ihtiyacını karşılayan Hadrianus su yollarına
bağlanmıştı. İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethinden sonra Sarayburnu
ve Bahçe Kapısı civarına su dağıtım merkezi olarak hizmet sundu; Osmanlılar’ın şehirde kendi su tesislerini kurmasından sonra kullanılmasa da merkezinde olduğu mahalleyi temsil eden ziksel bir simge durumuna geldi.
AYASOFYA
Ayasofya eski adıyla Kutsal Bilgelik Kilisesi ve Ayasofya Müzesi veya günümüzdeki resmî adıyla Ayasofya-i Kebîr Câmi-i Şerîfi (Kutsal Büyük Ayasofya Camii), İstanbul’da yer alan bir cami ve eski bazilika, katedral ve müzedir.
Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından, 532-537 yılları arasında İstanbul’un tarihî yarımadasındaki eski şehir merkezine inşa ettirilmiş bazilika planlı bir patrik katedrali olmuştur. 1453 yılında İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethedilmesinden sonra II. Mehmed tarafından camiye dönüştürülmüştür. Mustafa Kemal Atatürk tarafından 1934
yılında yayımlanan Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile müzeye dönüştürülmüş, kazı ve tadilat çalışmaları başlatılmış ve 1935’ten 2020’ye kadar müze olarak hizmet vermiştir.
2020 yılında ise müze statüsü iptal edilerek cami statüsü verilmiştir. Ayasofya, mimari bakımdan merkezî planı birleştiren kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup, kubbe geçişi ve taşıyıcı
sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak ele alınır. Hristiyanlar için hem sembolik hem de eksen olma anlamının yanında, turistik ve ruhsal bir çekim merkezidir.
Ayasofya adındaki “Aya” sözcüğü “kutsal” anlamına gelir. “Sofya” sözcüğü ise Grekçede “bilgelik” anlamındaki sophos sözcüğünden gelir. Dolayısıyla “Aya Sofya” adı, Nasıralı İsa’ya atfen “Kutsal Bilgelik” ya da “İlahî Bilgelik” anlamına gelmekte olup Hristiyan ilahiyatında Tanrı’nın üç niteliğinden biri sayılır.
Miletli İsidoros ve Trallesli Antemius’un yönettiği Ayasofya’nın inşaatında yaklaşık 10.000 işçinin çalıştığı ve imparator I. Jüstinyen’in bu iş için büyük bir servet harcadığı belirtilir. Bu çok eski binanın bir özelliği, yapımında kullanılan bazı sütun, kapı ve taşların binadan daha eski yapı ve tapınaklardan getirilmiş olmasıdır. Bizans İmparatorluğu döneminde Ayasofya, büyük bir “kutsal emanetler” zenginliğine sahipti. Bu emanetlerden biri de 15 metre yüksekliğindeki gümüş ikonostasis idi. Konstantinopolis Patriği’nin kilisesi ve Doğu Ortodoks Kilisesi’nin 1000 yıl boyunca merkezi olan Ayasofya, 1054 yılında Patrik I. Mihail’in Papa IX. Leo tarafından
aforoz edilmesine şahitlik etmiş olup, bu olay, genel olarak “Schisma”nın, yani Hristiyanlık tarihindeki en önemli olaylardan biri olan Doğu ve Batı
kiliselerinin ayrılmasının başlangıcı sayılır.
CARCERES
Hipodrom, Grekçe Hippos (At) ve dromos (Yol, yarış, yarış pisti) kelimelerinden oluşmuş bir bileşik isim olup at ve araba yarışlarının yapıldığı yer olarak tanımlanmaktadır. II.Wilhelm tarafından İstanbul gezisi anısına yaptırılan Kayzer Wilhelm Çeşmesi’ne doğru yürüyüşte bu çeşmenin arkasında Carceres yani Hipodrom’ un anıtsal giriş kapısı yer alırmış.
Quadriga da Hıristiyanlık dininden nasibini almış. 4 at 4 İncil yazarını, araba da Hıristiyanlık dinini temsil edermiş. Tanrı’nın arabası Quadriga’nın sürücüsü ise İsa olarak yorumlanırmış. Bu araba örnek alınarak yapılan bir yakın çağ uygulaması için Berlin, Bradenburg Kapısı üzerindeki quadriga’ya bakılabilir.
Sakız Adası’ ndan İstanbul’a getirilmiş. Günümüzde Venedik San Marco Meydanı’ndaki kilisede saklanan araba… Quadriga, Napolyon tarafından buradan Paris’ e götürülmüş ve 18 yıl süre ile
Champs Elysées’de kalmış, sonra da Venedik’e iade edilmiş.
DİKİLİ TAŞ
Dikili taş Antik Mısır eseri olan Obelisk’e halk arasında genelde yalnızca Dikilitaş denilse de Theodosius Dikilitaşı olarak da anılır. Kimilerine göre Firavun 3.Thutmosis tarafından Asya’da kazandığı zaferlerin anısına kimilerine göre de iktidarının 30.yılı anısına, Karnak Tapınağı’na diktirilmiştir (MÖ 1400’ler). Orijinal yüksekliğinin 30 metre civarında olduğu düşünülen eser, kırmızı granit taşından yapılmıştır. Obelisk’in Roma İstanbul’una taşınma hikayesine gelmek istediğimizde, MS 4.yy’a uzanmamız gerekiyor. Konstantinopolis’i baş kent yapan İmparator Konstantin’ in oğlu 2.Constantinius, Dikilitaş’ı İskenderiye kentine getirtti. Bazı tarihçilere
göre amacı İstanbul ’a taşımaktı fakat başaramadı, bazılarına göre ise amacı zaten oraya dikmekti.
İstanbul’a kim tarafından ve nasıl getirildiği tam olarak bilinmese de Dikilitaş’ ın kaidesindeki yazıtlara göre belli müddet yerde bekletilmiştir. Bazı kaynaklar İmparator Julianus’un, 200
tonluk bu eser için özel gemiler inşa ettirdiğini ve Dikilitaş’ın bu şekilde İskenderiye’den İstanbul’a getirildiğini yazar.
YILANLI SÜTÜN
Yabancı dillerde Yılanlı Sütun veya Burma Sütun olarak bilinen yapı, Türk tarihinde üç başlı ejder ya da tunçtan bir ejderha olarak da adlandırılmış.
Üç bronz yılanın birbirine dolanarak yükselmesi şeklinde yapılan anıttan geriye sadece sütunun gövde kısmı kalmış. Yılanlı Sütun ilk olarak M.Ö. 478 yılında Yunan mütteklerinin Perslere karşı kazandığı savaş sonrasında bir zafer anıtı olarak Yunanistan’daki Delphi Tapınağı’na dikilmiş.
Sütunun yapımında kullanılan malzeme savaşta ele geçirilen silahların eritilmesiyle sağlanmış ve gövdesinin üzerine savaşa katılan 32 Yunan müttefik şehrinin isimleri yazılmış. Sütun ilk yapıldığında üç ayaklı altın bir kazanın altlığını oluşturuyormuş ancak Delphi tapınağında bulunduğu dönemde bu altın kazan daha sonra yağmalanmış. Milattan sonra dördüncü yüzyılın başında Çemberlitaş gibi Yılanlı Sütun da şehri süslemek için Roma İmparatoru tarafından İstanbul’a getirilmiş. 18. yüzyılın başlarında tam olarak nedeni bilinmemekle birlikte üç yılanbaşı da kopmuş. Kopan yılanbaşlarından birinin parçası 1848 yılında Ayasofya’nın onarımı sırasında yapılan kazı çalışmalarında bulunmuş. Alt çenesi kırık olarak bulunan bu yılanbaşı parçası günümüzde Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmekte. 1855 ile 1927 yıllarında sütunun etrafında İngiliz arkeologlar tarafından yapılan kazı çalışmalarında, sütunun çeşme olarak da kullanılmış olabileceğini ortaya koyan suyolları bulunmuş
ÖRME SÜTÜN
32 metre yüksekliğinde olan Örme Sütun tepeye doğru incelen bir formda yapılmış.Normalde Roma döneminde yapılan hipodromların orta kısmında bir dikilitaş bulunurmuş. Ancak iki dikilitaşı bulunan Roma şehrindeki Circus Maximus hipodromuna benzer olarak şehri yüceltmek için İstanbul’daki hipodroma da ikinci bir dikilitaş dikilmiş. Milattan sonra dördüncü yüzyılda dikildiği düşünülen Örme Sütun’un kim tarafından diktirildiği bilinmiyor. Sütunun altında mermer ayaklığın Sultanahmet Camii tarafına bakan kısmında yer alan yazıtta “Zamanla aşınmış bu dört yüzlü yüksek anıt, İmparator Konstantinus, İmparatorluğun gururu, tarafından daha önce gördüğümüz şeklinden daha iyi hale dönüştürdü. Rodos Colossus şaşırttı; tunçla kaplı bu sütun ise hayranlık uyandırdı ” yazılı.
Bu bilgilerden sütunun Konstantinus VII. Porpyrogennetos (913-959) zamanında onarımdan geçirildiği anlaşılmakta. Bu onarım sırasında Örme Sütun’un gövdesi ile ayaklık kısmının üç yönü altın yaldızlı bronz levhalar ile süslenmiş. 1204 yılındaki haçlı seferlerde Batı Avrupa’dan gelenler, şehri yağmalarken bunları altın sanıp sütunun etrafındaki pirinçleri söküp götürmüşler.
BİNBİRDİREK SARNICI
Binbirdirek Sarnıcı ya da diğer adıyla Filoksenos Sarnıcı İstanbul’daki ikinci büyük sarnıçtır. Antik Bizans kaynaklarına göre 4. yüzyılda yapılmıştır. İçinde 224 sütun bulunan, 3584 m2 büyüklüğündeki sarnıç zamanla kurumuş ve 16. yüzyıldan itibaren atölye olarak kullanılmıştır. Sarnıçtaki sütunlar, üst üste bindirilmiş iki gövdeden meydana gelmekte, üstlerinde hiçbir işleme bulunmayan kesik piramit biçiminde başlıklar bulunmaktadır.
Sütun gövdelerine işlenmiş Yunan har erinin, sarnıcın yapımında çalışan ve sütunları işleyen taşçıların işaretleri olduğu bilinir. Yakın yıllarda temizlenerek yanından geçen yola bir galeri ile bağlanmıştır. Kolay gezilen, enteresan ve güzel bir diğer ziyaret yerine dönüştürülen sarnıç 64 x 56 metre boyutundadır. 4. yüzyılda Bizans İmparatoru I. Konstantin devrinde, Roma kökenli senatör Philoksenos tarafından yaptırılmıştır.
224 adet orijinal sütundan 212 adedi günümüze gelmiştir. Kalın duvarların çevrelediği mekanın tuğla tonozları, bunları taşıyan, bir ara bölme ile bindirilmiş çifte sütünlar ve işlemesiz başlıkları enteresan görüntüler sergilemektedir. Küçük satış reyonları kafe ve sergi alanları ile sarnıcın ortasında yer alan, sütunların orijinal boyunun görülebildiği çukur bölüm, tadilat sırasında yapılmıştır.
ŞEREFİYE SARNICI
Şerefiye Sarnıcı veya Theodosius Sarnıcı tarihi Yarımada’da bulunan pek çok Bizans dönemi sarnıcından biridir. Bizans döneminde Konstantinopolis’in tarihsel topografyası göz önünde bulundurulduğunda yapı, Antik Mese yolunun güneyinde, Konstantin Forumu’ nun güneydoğusunda, Binbirdirek Sarnıcı’ nın batısında bulunmaktadır. Mese üzerindeki isale
hattından faydalanabilecek sarnıçlar arasındadır.
MOZAİK REVAKLI AVLU
Büyük bir revaklı avludan oluşan kompleks (1935-1938’de kazılmıştır) ve bitişiğindeki çıkma bir salon (1952-1954’de kazılmıştır) halen Büyük Saray bölgesinde yapılmış en önemli keşiftir.
Revaklı avlunun orijinal zemini, konusunun, stilinin ve kalitesinin geç antik ve Bizans mozaik sanatında hemen hemen hiçbir benzeri olmayan bir özenle yapılmış bir mozaik döşemedir. Mitolojik, kır hayatıyla ilgili, avlanma ve hipodrom sahneleriyle günümüze kalan mozaikler bu muhteşem saray gibi binanın bulunduğu yerde kurulan ve 1980’li yılların sonunda açılan Mozaik Müzesi’nde (kısmen asıl yerlerinde) sergilenmektedir. Buna rağmen, inşaat alanında inşaat faaliyetleri mozaik revaklı avlu ve apsisli salon yapılmadan çok önce başlamıştı: En eski hatlar kalıntıları apsisli salonun altında tespit edilen bir binaya giden mermer bir yolu destekleyen tuğladan yapılmış iki katlı kemerli yapı muhtemelen aynı döneme ait olan yüksek bir teras. Revaklı avlunun altında tuğladan yapılmış, revaklı avlunun temellerinin kestiği bir sarnıç bulundu.
En son yapılan araştırmaya göre, mozaiklerin altında bulunan çanak çömlek parçalarına ve döşenmiş tuğlaları ve binaların yapımında kullanılan yeşiltaş seviye çizgilerini değerlendirerek revaklı avlu ve salonun 6. yüzyılın sonu veya 7. yüzyılın başından (Maurice, Phocas veya Heraclius’un saltanatı) kaldığı belirlenmiştir.
MAGNAURA
Magnaura Muhtemelen Latince: Magna Aula, “Büyük Salon”, Konstantinopolis’te bulunan büyük bir bina. Büyük Saray’a ana giriş, “Augustaion” adı verilen tören alanında Halki Kapısı’ndandı. Augustaion, Aya Sofya’nın güneyinde yer alıyordu, burada şehrin ana caddesi Mese Caddesi başlıyordu. Alanın doğusunda önce Senato binası olarak sonra Üniversite olarak hizmet gören Magnaura bulunuyordu. Üç ana nef üzerine bir bazilika şeklindeydi. Bina, sırasıyla taç odası, kabul binası olarak kullanılmıştır. 849 yılında Sezar Bardas tarafından binada bir okul (ekpaideutērion) kurulmuştur.
SEDİR HALI
Mimar Mehmet Ağa Caddesi’ndeki Sedir halı ve kilim dükkanı Bizans döneminden kalma en önemli, ilginç kalıntılardan birinin görülebileceği yerdir.
Dükkanın bodrum katında değişik seviyelerde yapılmış iki binanın kalıntıları vardır. Daha yüksek seviyede, daha önceki bir Bizans terasının kıyısına yakın yerde, beşinci veya altıncı yüzyıla ait çok iyi korunmuş bir geometrik desenli zemin mozaiği vardır. Mozaiğin deseni geç Roma ve
erken Bizans dönemlerinde hem dünyevi hem de dini binalar için ortak olan özellikleri göstermektedir. Bu yüzden, mozaiğin kendisi süslediği binanın hangisi olduğunu belirlememize yardımcı olmaz. Bir kilise veya ev olabilir.
Eğer ev ise, olasılıklardan birisi, mozaiğin II. Theodosius‘un kızkardeşi Marina’nın sarayına ait olmasıdır. Bu erken beşinci yüzyıl saray konutu Bizans’ın I. bölgesindeydi, muhtemelen Büyük Saray’ın doğusunda ve tzykanisterion’a yakındı. Marina’nın sarayından, imparatorluk mülkünde bir konut olarak, ancak dokuzuncu yüzyılda bahsedilmiştir: Müstakbel imparator Basil Boğaziçi’ nin Avrupa yakasında (şimdiki Beşiktaş) Hagios Mamas Saray’ında İmparator III.Michael’ı öldürdükten sonra Marina’nın sarayından geçerek Büyük Saray kapılarından birisine ulaştı. Başka bir merdivenden inerek zemini mozaiğin seviyesinden yaklaşık 5 m aşağıda olan (tahminen çünkü zemini mozaikle döşenmiş binadan daha aşağıda bir kattadır) düz tonozlu bir dehlize girilir. Bina tipik “gizli damar” tuğla işçiliğine dayanılarak on birinci veya on ikinci yüzyılın başlarından kalma olarak tarihlenebilir. Salonun güney duvarında bir ayazma İçeren bölüm vardır. “Hodegetria” tipinde “Tanrı’nın Annesi” (yol gösteren) hücrede gömme duvar yüzünde tasvir edilmiştir.
Aynı bina tekniğini gösteren başka bina kalıntıları Sedir Halı’nın doğusunda,
Amiral Tafdil Caddesi’nin karşısında boş bir arsada bulunabilir. Meryem Ana’nın bu freskinin varlığı ve ayazma, dehlizin, özellikle körlük tedavisinde etkili iyileştirici ayazmasıyla da meşhur Hodegoi Manastırının bir parçası olabileceği fikrini verir.
Ortaçağ Rus hacılarına göre manastır, Aya Sofya’dan doğuya giden bir caddenin sağ tarafındaydı ve Nea Eklesia ve Boukoleon Sarayı’na Hodegetria Kilisesi’nden deniz duvarını
solda brakacak şekilde batıya doğru yüreyerek gidilebilirdi. Efsaneye göre, İmparator Arcadius’un kızı Pulcheria ( 399-453 ), iddiaya göre Havari Luke tarafından yapılmış “Tanrı’nın Annesi ve Çocuk” ikonasını korumak için bir kilise yaptırmıştı. Bu tipte ikonalar üzerinde onbirinci yüzyıldan sonra popüler hale gelen Meryem, bakanların dikkatini sağındaki çocuğa yöneltir. Meryem Ana şehrin sonsuz koruyucusu olduğu için, Hodegetria ikonası sık sık Bizans tören alaylarında taşınıyordu. İmparator VIII. Michael Palaeologus 12 Ağustos 1261’de zaferle şehre girdiğinde Latinlerden geri istediği bu meşhur ikonayı taşıdı. Ayrıca 1453’ deki son Bizans savaşında da bu ikona taşınmıştı. Türkler şehri ele geçirdiklerinde ikonanın tahrip edildiği söylenmektedir.
NAKKAŞ SARNICI
İki kıtanın, Doğu ile Batı’nın birbirine kavuştuğu yer…Grekler’in Bizans’ı, Doğu Roma’nın Konstantinopel’i, Türkler’in İstanbul’u… NAKKAŞ, turizm alanındaki duruşunun bir ifadesi olarak, imparatorluklar başkentinin kalbi Sultanahmet’ teki mağazasının altında yer alan 6. yüzyıl sarnıcında ziyaretçileri tarihin derinliklerine götürüyor. Bilinçli bir restorasyonla kültür mirasına ne denli sahip çıkılabileceğinin güzel bir örneğini sergiliyor. Tamamen aslına uygun restore ettiği 1400 yıllık Bizans Sarnıcı’nı hiçbir kâr amacı gözetmeden, şehrin kültürel hayatı ile buluşturuyor. Geçtiğimiz yıllarda “Nakkaş Cistern Art Gallery” markası altında gerçekleştirilen aktivitelerle, yerli ve yabancı sanatçılar burada ürünlerini sergileme imkanı buldular. Ünlü topluluklar çeşitli konserler verdiler.
Halen sarnıçta eski İstanbul’un 1200 yıllarındaki Hipodrom sergisi, izleyicilerle buluşmakta…Bu sanat galerisiyle İstanbul’un binlerce yıllık tarihine yakışır bir çizginin yakalanması için çalışmalar
sürdürülmektedir…
SPOHONDENE
Tarihi Yarımada’da bulunan ve yaklaşık 1700 yıldır zamana direnen Sfendon Duvarı, yerli ve yabancı ziyaretçilerin ilgisini bekliyor. Roma İmparatorluğu’ndan izler taşıyan duvar, Roma’da Circus Maximus’tan esinlenerek 200 yıllarında yapımına başlanan ve 324-337 arasında Konstantin tarafından büyütülen hipodrom alanında inşa edilmişti. “Sfendon” olarak
adlandırılan hipodromun yarı dairesel ucu, tonozlu galerilerden ve duvarlardan meydana gelmiş kütlesel bir altyapı üzerine oturtularak, 30-40 bin kişinin aynı anda hipodromda yer almasını sağlamış. Sultanahmet Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nin üzerinde bulunduğu, İstanbul’un
en eski kalıntılarından biri olan Sfendon Duvarı, At Meydanı olarak da bilinen alanda o günden bugüne kalan az sayıdaki tarihi kalıntıdan biri.
KÜÇÜK AYASOFYA CAMİİ
Küçük Ayasofya Camii, İstanbul’un Küçük Ayasofya semtindeki cami. Bizans (Doğu Roma) İmparatoru I. Justinianus ve karısı Theodora tarafından 527-536 yılları arasında Aya Sergios ve Bachos Kilisesi adıyla yaptırılan kilise 1497’de sultan II. Beyazıt Topkapı Sarayı Darüssaade
ağası Hüseyin Ağa döneminde camiye çevrilmiştir.
Temelinde 3 metreye 1,8 metrelik blok taşlar kullanılmıştır. 8 köşeli ana kubbesi bulunmaktadır. İstanbul’un en eski Bizans Dönemi yapısı olarak bilinir. Bahçesinin güney kısmında 24 odalı geniş bir bahçesi ve ortasında şadırvanı olan Hüseyin Ağa Medresesi yer alır. Medrese Yesevi Vakfı tarafından restore edilmiş ve Türk el sanatlarının hizmetine verilmiştir. Yakınında Kesikbaş Hüseyin Ağa türbesi yer alır. Yapı 1836 ve 1956 yıllarında iki onarım görmüş, muhtelif kurşun ve sıvaları yenilenmiş, tek minaresi önemli ölçüde onarılmıştır.
Söylencelere göre kilise ismini I. Anastasius’ un Doğa Roma İmparatoru olduğu zamanda gerçekleşen bir olaydan alır. I. Anastasius devrinde imparatora karşı bir toplumsal ayaklanma gerçekleşir ve bu isyana I. Justinianus’un da adı karışır. Bunun üzerine, I. Justinianus İmparator tarafından idam cezasına çarptırılır mamafih hükümün gerçekleşeceği sabahtan önceki gece Aziz Sergius ve Aziz Bacchus imparator I. Anastasius’un rüyasına girerler ve I. Justinianus’un lehinde tanıklık ederler. Bu rüya yahut görü imparatora, verilen hükmün hakkaniyeti üzerine tekrar düşünmesine sebebiyet verecek derecede tesir eder. I. Anastasius verdiği karardan vazgeçerek I. Justinianus’u bağışlar. I. Justinianus tahta çıktıktan sonra, I. Anastasius tarafından
hayatının bağışlanması kararına mucip olan Azizlere şükran borcunu ödemek için bir adak kilisesi olarak Aziz Sergius ve Aziz Bacchus adına halihazırda Küçük Ayasofya Camii olarak hizmet veren kiliseyi inşa ettirir.
KAPI AĞASI CAMii
Bu küçük cami meşhur Osmanlı mimarı Sinan tarafından 1553’te yapılmıştır ve aslında bir medrese (hiçbir kalıntı kalmamıştır), bir ilkokul (sübyan mektebi), bir çeşme ve bir mezarlık içeren daha büyük bir yapı grubunun (Kapı Ağası Mahmut Ağa Külliyesi) bir parçasıydı.
Cami dört tonozlu odadan oluşan yüksek taş altyapı üzerinde yükselir. Bina daha önce yapılmış (deniz seviyesinden 16 ve 11 m yukarıda) iki terasın kıyısında bulunduğu için, daha aşağıda bulunan, altyapı bölümü her iki taraftan görülebilir durumdadır. Son zamanlarda altyapıların camiden daha eski olduğu ve Bizans döneminde yapıldığı ileri sürülmüştür. Eğer bu
doğruysa ayakta kalan tonozlu odalar Büyük Saray’da bulunan bir Bizans dönemi binasının katlarını taşımış olabilir. Altyapılar hemen hemen doğu-batı yönünde yerleşmişlerdir ve bu binanın kilise olma ihtimalini ortaya çıkarır, fakat bu kesin değildir çünkü saray bölgesindeki sivil görünümlü binalar, özellikle mozaik revaklı avlu da aynı şekilde yönlenmiştir. Bizans döneminden kalma ve camiinin bahçe duvarının doğu tarafını oluşturan tuğla ve taş sur kalıntıları Phocas’ın surunun hala ayakta kalan enkazının bir devamı gibi görünmektedir. Bunu göz önüne alınca bu geç onuncu yüzyıl takviye duvarının işaret ettiği gibi caminin altyapıları Sarayın hemen iç bölgesindedir.
BOUKOLEON SARAYI
Muhtemelen 5. yüzyılda II. Theodosius tarafından yaptırıldı. Osmanlı sultanı II. Mehmed, 1453 yılında şehre girdiğinde saray ayakta ama harap durumdaydı. Sarayın harabeleri kısmen 1873 yılında Sirkeci Garı’na uzanan demiryolu inşası için yıkıldı.
Bukoleon Sarayı, yönetime gelmeden önce eşi Theodora ile burada oturan I. Justinianus tarafından kullanılıp restore edilmiştir. I. Justinianus, imparator olduktan sonra da burayı Büyük Saray kompleksine dahil etmiştir. Saray, Theofios döneminde kapsamlı bir şekilde restore edilmiştir. II. Nikiforos da Büyük Saray kompleksinin savunma duvarları ile çevirtilmesi sırasında Bukoleon Sarayı’nın deniz cephesini Fener Kulesi’nden başlayarak sur duvarlarıyla güçlendirmiştir. Ayrıca buraya ambar gibi ek yapılar da yaptırmıştır.
Günümüzde saraya ait deniz surları üzerindeki kalıntıların önemli bir kısmı 10.yüzyıla aittir. İBB Kültür Varlıkları Daire Başkanlığı, Boukoleon sarayını kültür sanat alanlarına dönüştürmek üzere çalışmalarını başlatmıştır.