Ayasofya’nın güneyindeki saray kalıntıları, Bizans İmparatorluğu dönemine ait Büyük Saray Kompleksinin bir parçasıdır. Büyük Saray, Konstantinopolis’in siyasi ve kültürel merkezi olarak işlev görmüştür. Ayasofya’nın hemen güneyinde bulunan bu alan, sarayın en önemli bölümlerine ev sahipliği yapmıştır. İşte bu bölgeyle ilgili önemli bilgiler:
Tarihi ve Konumu
İnşa Dönemi: Büyük Saray, 4. yüzyılda İmparator Konstantin tarafından inşa edilmeye başlanmış ve sonraki Bizans imparatorları tarafından genişletilmiştir.
Konum: Saray, Ayasofya’nın güneyinden Marmara Denizi’ne kadar uzanıyordu. Bu alan, hem dini hem de yönetimsel işlevler için önemli bir konumdaydı.
Komşu Yapılar: Büyük Saray, Ayasofya, Hipodrom ve diğer önemli yapılarla bağlantılıydı. Bu, imparatorluk törenlerinin düzenlendiği bir merkez oluşturuyordu.
Arkeolojik Kalıntılar
Mozaikler:
Büyük Saray’ın zemin süslemeleri, günümüze ulaşan en önemli kalıntılardır. Bu mozaikler, mitolojik sahneler, hayvan figürleri ve günlük yaşamdan sahneleri betimleyen ayrıntılı işçiliğiyle dikkat çeker. Mozaiklerin bir kısmı, Büyük Saray Mozaikleri Müzesi’nde sergilenmektedir.
Yapısal Kalıntılar:
Ayasofya’nın güneyindeki kazılarda, sarayın sütunlu avluları ve geçitlerine ait kalıntılar ortaya çıkarılmıştır.
Sarayın altyapısında yer alan sarnıçlar ve tüneller de kazılar sırasında keşfedilmiştir.
Küçük Buluntular:
Kazılarda seramikler, metal eserler, ve mimari süslemeler gibi küçük buluntular da gün yüzüne çıkarılmıştır. Bu buluntular, saray yaşamının detaylarını anlamada önemli rol oynamaktadır.
Arkeolojik Çalışmalar
Erken Dönem Kazılar: 19. yüzyılda yapılan ilk kazılarda, Ayasofya’nın güneyinde sarayın bazı bölümleri keşfedilmiştir.
Modern Kazılar: 20. yüzyıl ve sonrasında yapılan kazılar, sarayın daha fazla bölümünü ortaya çıkarmayı hedeflemiştir. Ancak, bölgedeki yoğun yapılaşma kazı çalışmalarını sınırlamaktadır.
Tarihi Önemi
İmparatorluk Merkezi: Ayasofya’nın güneyindeki bu bölge, Bizans İmparatorluğu’nun yönetim merkeziydi. Saray, imparatorların yaşadığı, devlet işleriyle ilgilendiği ve önemli törenlerin düzenlendiği bir mekandı.
Sanat ve Mimari: Büyük Saray, Bizans mimarisi ve sanatının en görkemli örneklerinden biri olarak kabul edilir.
Günümüzdeki Durumu
Büyük Saray’ın kalıntıları sınırlı bir şekilde korunmuş olsa da, modern İstanbul’un Sultanahmet bölgesinde yer alan bu alan, arkeologlar için hâlâ büyük bir araştırma potansiyeli taşımaktadır.
Ziyaret: Büyük Saray Mozaikleri Müzesi, bu alanla ilgili en doğrudan bilgi alabileceğiniz yerlerden biridir.
Forum Tauri, Roma İmparatorluğu döneminde Konstantinopolis’in (günümüz İstanbul) önemli meydanlarından biriydi. Meydan, bugünkü Beyazıt Meydanı’nın bulunduğu yerde yer alıyordu ve o zamanlar Roma’nın en büyük ikinci meydanı olarak kabul ediliyordu. Forum Tauri’nin inşası, İmparator Konstantinos tarafından başlatılmış ve daha sonra İmparator Theodosius I tarafından genişletilmiştir. Bu nedenle Forum Tauri, Bizans döneminin ilerleyen yıllarında “Theodosius Forumu” olarak da bilinmiştir.
Theodosius Sütunu ve Forumun Önemi
Forum Tauri’nin merkezinde, Theodosius I’in zaferini anmak amacıyla dikilen devasa bir zafer sütunu bulunuyordu. Bu sütun, Roma mimarisinin klasik özelliklerini taşıyordu ve zafer sahneleri ile süslenmişti. Roma’daki Trajan Sütunu gibi, Theodosius Sütunu da önemli olayların ve zaferlerin betimlendiği bir anıt olarak tasarlanmıştı. Sütun, meydanın ruhunu ve büyüklüğünü yansıtan bir simge haline gelmişti.
Gözyaşı Damlalı Sütunlar
“Gözyaşı damlalı sütunlar” terimi, Bizans ve Roma mimarisinde belirgin olan belirli sütun motiflerine atıfta bulunur. Bu sütunların üzerindeki damla şeklindeki kabartmalar, Bizans halkı arasında belirli bir sembolizmle ilişkilendirilmiş olabilir.
Mitolojik ve Dini Sembolizm: Gözyaşı damlaları, insanlığın acılarını ve kayıplarını sembolize ediyordu. Bu damla figürleri, dini törenlerle veya ibadetle ilgili olabilir. Antik Roma ve Bizans kültürlerinde, gözyaşı damlaları, sık sık tanrıların insan acılarına duyduğu empatiyi veya trajedileri anma işlevini görmüştür. Antik dünyada sembollerin ve motiflerin büyük önemi olduğu göz önüne alındığında, bu sütunlar da şehri koruyan tanrılara ya da büyük bir felaketin anısına dikilmiş olabilir.
Trajedilerin Yansıması: Forum Tauri, özellikle Bizans döneminde, toplu ibadetler ve önemli olayların merkezi haline geldi. Bizans İmparatorluğu’nun çeşitli dönemlerinde, savaşlar, doğal afetler ve salgınlar nedeniyle halk büyük acılar çekti. Bu acılar, mimaride de kendine yer bulmuş olabilir. Sütunların üzerindeki gözyaşı damlaları, halkın yaşadığı trajedileri hatırlatma amacı taşıyan birer sembol olabilir. Özellikle savaş sonrası inşa edilen anıtlarda veya kamusal yapılarda bu tür yas simgeleri yer alabilirdi.
Forumun Kullanımı ve Zamanla Değişimi
Forum Tauri, İmparatorluğun önemli kamusal alanlarından biri olarak kullanılmış, imparatorluk törenleri, resmi duyurular ve halkın toplanma alanı olarak işlev görmüştür. Ancak İstanbul’un fethedilmesi ve Osmanlı dönemine geçişle birlikte, forumun yapısında ve işlevinde büyük değişiklikler meydana geldi. Osmanlılar bu alanı kendi kültürlerine uygun olarak yeniden düzenledi ve bu alanda Beyazıt Camii gibi önemli yapılar inşa edildi.
Gözyaşı damlalı sütunlar ve Theodosius Sütunu zamanla zarar görmüş, İstanbul’un fetih sonrası süreçlerinde yıkılmıştır. Yine de, bu sütunlar hakkında kalan hikâyeler ve mitler, Bizans halkının trajedilerle dolu tarihini ve o dönemin sembolik mimari anlayışını yansıtır. Forum Tauri’nin, İstanbul’un tarihindeki önemi ve orada yer alan sütunların dini ve mitolojik sembolizmi, Bizans’ın zengin kültürel mirasının bir yansımasıdır.
BEYAZIT MEYDANI, ANTİK HOTEL ve CISTERNA
Otel inşaatı sırasında bulunan Geç Roma-Erken Bizans dönemine ait 1500 yıllık tarihi sarnıç restore edilerek sanat ve etkinlik merkezine dönüştürülmüş, otel binası ve konsepti orjinal yapısı korunan bu sarnıcın üstüne yapılandırılmıştır.
Tarihsel aslına sadık kalınan ve yerinde korunup üzerine inşa edilen otel projesinde değişiklik yapılarak, restorasyon çalışmalarından sonra lezzet, davet ve etkinliklerin tarihle buluştuğu mekan, Antik Cisterna adıyla şehrin kalbinde yaşatılmıştır.
İşgal ile fetih arasındaki farkı biliyor musunuz? İşgal, yani alıkoymak, bir yere girip sıkışıp kalmak demek. Fetih ise (açmak), bir yer kapıyı açmak, düşman elinden kaçırmak demek. İstanbul’un altın olduğunu duyanlar gelmiş, altını bulmuşlar ve sonra da “İstanbul’a ihanet ettik mi acaba?” diye düşünmüşler! İstanbul’a ihanet edenler ve Erzurumlu dadaşın hikayesi benziyor gibi.
Bakın şu dadaşa, bir gün Erzurum’dan kalkıp İstanbul’a göç etmiş. Sonra da ne yapmış biliyor musunuz? Eski Galata Köprüsü’nün altında balıkçı meyhanesi açmış!
Olur mu öyle şey, olur tabii! Eskiler için Galata Köprüsü önemliydi. Köprünün altı meyhane doluydu, hepsi de turistik! İşte dadaşın meyhanesi de öyle, özellikle (Karaköy’e bakan yakada baştan üçüncü) ayrıcalıklıydı. Burası dadaşın yeriydi, tam onbeş masalık. Sahibi de dahil, bütün çalışanlar Erzurum’luydu. Dadaş da tam bir Anadolu delikanlısı, yiğit bıyıklı, her gün badem yağıyla taradığı bıyıkları üç parmağım kalınlığında!
Dadaşın yeri her zaman doluydu, özellikle turistler hep akın ederdi. İkinci sırayı ise paralı alkolikler alırdı tabii. Basından da takip edilirdi dadaşın yeri.
Ön tarafı Karaköy vapur iskelesine bakardı. Kapıda dev bir buzdolabı vardı, içinde günün balıkları sergilenirdi: palamut, tekir, çinekop, uskumru ve ortasında da devasa bir istakoz. Bu manzara hiç değişmezdi. Buz dolabından alınıp özellikle dadaş tarafından gösterilir paralı turistler istakozu görünce deliye dönerdi, sanki altın bulmuş gibi!
Dadaşa göre istakoz hep taze ve canlı olurdu. “İşte bakın, istakozun oynayan bıyıkları! Ne kadar da canlı!” derdi dadaş. Sonra siparişler gelir, hesaplar kabarır, cümbüş böyle devam ederdi aylarca. Paralı alkolikler İstanbul’a altın aramaya gelen dadaşın şamatasını üzülerek seyrederdi.
Bir gece dadaşın işi varmış, geç gelecekmiş mekana. Meyhane yarı dolu. Usta garsonlar koşuşturuyor. Bir İtalyan grubu girmiş içeriye ve istakozu görüp bakmak istemişler. Herkes meşgul.
Mekana yeni alınan komi, tam zamanıdır diyerek, kaptığı gibi istakozu, yaklaşmış gruba. Usta garsonlar donmuş kalmış. İtalyanlar istakozun orasını burasını ellerken, pat diye yassı pil masaya düşmüş. Mekan sus pus. Meğer bizim uyanık dadaş devasa istakozun karnına pil takıp, şeytanca bir mekanizmayla bıyıklarını oynattırarak, canlı havası vermiş, garip komi nereden bilsin. İnsanları kandırarak hedefine gidenlere Bizans entrikası yapıyor denir.
Bizans demişken, Haliç girişine kurdukları zincirleri hatırlayalım. Devasa bir zincir, sekiz yüz metre boyunda, ahşap dubalardan oluşan sistemle müttefik gemiler gelince zincirleri indirirlermiş. İstilacı gemi gelince zinciri kaldırırlarmış, böylece Haliç’e girmelerini engellerlermiş. Ama işin sırrı kulelerin içindeki gizli sistemdeymiş.
Bizanslılar suyu kulelere yönlendirir, çarkları çevirir, zincirler gerilerek gemilerin girişini kapatırlarmış. Bu kadar büyük bir sistemle karşılaşan gemileri şaşkına çevirirlermiş.
Ama Fatih Sultan Mehmet bunu boşvermiş. Gençken okuduğu tarih kitaplarında bir şeyler okumuş, gemilerin karadan yürütülebileceğini öğrenmiş. “Neden biz de denemeyelim ki?” demiş. Bölgenin tepelerinden, zemininden geçip gitmek kolay değil tabii. Fatih, gemileri karadan yürüten ilk adam değilmiş ama en meşhuru.
Osmanlı’nın mühendislikte ne kadar ileri olduğunu gösteren bir başka örnek işte bu!
Bak, sen şu Japon’un yaptığına; kırk kişiyi al yanına. Japonya’dan Çemberlitaş’a gel, Çemberlitaş’ın dibindeki hostele kırk kişilik grupla yerleş! Olur mu, olur.
Doksanlı yılların başında, Çemberlitaş’ın karşısı Peykhane Caddesi’nde geniş barı olan bir hostel vardı. Barın müşterileri, turistler ve kapalıçarşı hanutçularıydı. (Hanutçuluk: Özellikle turist kafilelerini belirli dükkânlara götürme işinden yüzde alma işine verilen isim.)
Hostelin barında hanutçular, hostelde kalan Japon kafile ile diyalog kurup, mal satmak için bin takla atıyorlar. Ancak Japonlar, askeri veya itaat disiplini içinde olup, sadece liderleri yabancılarla kısa ve net konuşarak: uzatmayın kısa konuşun, mesajını veriyor. Bir köşede kendi aralarında toplanıp yabancılara pas vermeden odalarına çekilerek erken yatıyorlar.
Disiplinli Japon grubuyla diyalog kuramayan hanutçular, bozulan moralle barın raflarındaki afilli şişelere takılarak kafayı buluyor, kızarak ucuz otelde kalıp alışveriş yapmayan turist maceralarını birbirlerine anlatarak geceyi çakır keyifliliğinin üzerinde geçiriyorlar.
Biz öğrenenler grubu olarak, işin ucunu yakaladık; kutsal kâsenin Çemberlitaş’ın altında olduğuna inanan bir Japon grupmuş! Bir söylentiye göre Haliç’in dibi altınla doluymuş. Japonlar Haliç’i temizlemek istemişler, ama zamanın belediye başkanı Dalan bu teklifi kabul etmemiş.
Ben hep derim, bu Japonlar dünyalı değil; uzaylı. Japon kültüründe tavla oyunu yok, sen kalk yüz Japon bir araya gel, kulüp kur, şans oyununu tavlayı matematik sistemine sok, sonra da sürekli dünya şampiyonu ol.
Hostelde bir hafta boyunca Çemberlitaş’a yakın kalan bu Şintoizm veya Budizm’e inanan grup, bana enteresan gelmişti.
Şinto (Kanji:神道 Shintō, Kami no Michi) veya Şintoizm, Japonya’nın yerli, Japonların millî dinidir. Eskiden Japonya’nın resmî diniydi. Sadece Japonya’da ibadetlere katılan 119 milyon kişi vardır. Dünya’nın en eski dinlerinden olan Şinto bir tür animizmdir ve ayrıca şamanistik uygulamaları da içerir.
Pagan Roma dönemi için bir kırılma noktası. Zira pek çok farklı tanrıya tapınılan dönemin sona erip, kitabî inanca sahip yeni Roma’nın kuruluşundaki ilk kutsal simge Çemberlitaş oluyor.
İddia o ki, Bizans İmparatoru Konstantin, Tanrı’nın birliğini simgelemek için bu yapıyı dikiyor. Bu yapı kolay inşa olmuyor. Konstantin; annesi Helen’i Kudüs’e göndererek Hz. İsa’ya ait olduğuna inanılan mezarı açtırıp, mezardan kutsal toprak, kutsal çiviler, orijinal haç parçaları, kutsal ekmek kırıntıları, kaymak taşından yapılma kutsal kase ve pek çok farklı peygambere ait olduğu iddia edilen nesneleri İstanbul’a getirtiyor.
MS 325 yılında İmparator Konstantin’in Roma’yı almasıyla birlikte Pagan Roma dönemi sona eriyor; Apollon Tapınağı’nı yıktıran Konstantin, oradan getirttiği taşları Çemberlitaş’ın yapımında kullanıyor. Çemberlitaş’ın Gizli Odası MÖ 340 ila 400’lerden kalma yazılı belgelere göre, Kudüs’ten getirilen ve kutsal kabul edilen emanetlerin Çemberlitaş’ın ana kaidesinin içine inşa edilmiş 1×2 metrelik bir odacığa Helen tarafından yerleştirildiği iddia edilmektedir.
11 metre karelik ebatlarda, 2.5 metre yüksekliğindeki bir blok kaidenin içinde yer alan 8 metre karelik ebatta bir kaide daha bulunmakta; onun içinde ise 6 metre yüksekliğe, 4 metre karelik bir ebada sahip sütun kaidesi bulunmaktadır. Toplamda her biri üç ton ağırlığında ve üç metre çapında dokuz sütundan oluşan kaidenin gizemini çözmek isteyenler çok olmuş. 1918 yılında işgal altındaki İstanbul’a Vatikan’dan gelen bir grup rahip, yer altından tünel kazarak Çemberlitaş’a ulaşmaya çalışırken yakalandıkları bilinmekte. 1929 yılında ise Mustafa Kemal Atatürk, Çemberlitaş’ın gizemini merak ederek Avrupa ülkelerinden arkeologlar getirterek konuyu araştırmış. Yapılan çalışmalarda ilk zemin bölmesindeki taşın altında bir ana kaide ve onun üzerinde de ikinci ve üçüncü birer kaide olduğu ortaya çıkmış.
23 Kasım 2023
Önce sol gözümü açtım, sağ gözüm çapak yapmış, zor açıldı. Pencereden gelen ışık gözüme değdi, yağmurun yağışını fark ettim. Ardından nerede yaşadığımı düşündüm… İstanbul’da yaşıyorum. Benden önce kimler gelmiş, kimler geçmişti !
Sana dün bir tepeden baktım, aziz İstanbul dizelerini hayranlıkla kaleme alan Yahya Kemal. Günümüzde İstanbul’u havadan seyrederek yaşasaydı, kim bilir neler yazardı?
Eski semtlerini gezerken, benim de ömrüm oldukça İstanbul, gönül tahtımda keyfince kurulu olacak. Ancak yeni oluşan semtlere mecburen yolum düştüğünde, kendimi gurbette aç ve sefil hissediyorum, gelecek endişesiyle.
Enseyi fazla karartmadan Sultanahmet’teki yılan heykelinin efsanesine geçelim.
İstanbul’da bulunan birçok sütun gibi, Yılanlı Sütun’un da tılsımlı olduğuna inanılıyordu. Sütunun şehri savaş ve doğal afet gibi felaketlerden koruduğuna inanılıyordu. Bu geleneksel inançlar Osmanlı döneminde de devam etti.
Evliya Çelebi, sütun hakkında yazdığı “İstanbul’da onyedinci tılsım burma direktir. Bu direk, üç başlı ejderha suretini gösterip başının birisini bir yeniçeri, kılıç ile bir vuruşta kırmıştır. O tarihte kısmen tılsımı bozulmuş olup İstanbul içine yılan, çıyan ve akrep misali hayvanlar yayılmıştır.” cümleleri ile anlatmıştır. Bir başka seyyaha göre ise yılan başları Polonya elçisinin adamları tarafından kopartılmıştır.
Daha sonra yılan başlarından birinin üst çenesi 1848 yılında Fossati’ler tarafından Ayasofya civarında yapılan çalışmalarda bulunur. Söz konusu yılan başı, bugün İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde sergileniyor. Heykelin alt ve üst kısımları kırık olmakla birlikte yılan başlarından ikisi kayıptır.